Faruk Nafiz Çamlıbel

Han Duvarları şairi Faruk Nafiz Çamlıbel’in 21.12.1972 de gönderdiği Sevinç Çokum’un ilk öykü kitabı Eğik Ağaçları tebrik  mektubu

Kıymetli Meslek Arkadaşım;
Öykülerinizi büyük bir dikkat ve hususî bir zevk ile okumaktayım.En acı mevzuları en tatlı bir üslub ile ifâde etmenize hayranım. Sayılı eserlerin kahramanı olmanızı diler, teşekkürle sevgi ve saygılarımı sunarım,Efendim.

21.12.1972
Faruk Nafiz Çamlıbel

Seçilmiş Mektuplar kategorisine gönderildi | Yorum bırakın

Bahtiyar Vahabzade


Azerbaycanlı ünlü şair ve yazar Bahtiyar Vahabzâde’nin Sevinç Çokum’un 2000  yılında yayımlanan Deli Zamanlar romanı için Bakü’den gönderdiği mektup…

Sayın Sevinç Hanım!“Deli Zamanlar”ı çok dikkatle okudum. Düşüncelerimi mektup aracılığıyla birkaç cümleyle ifade etmek istedim. Fakat sizden mektup aldıktan sonra bu isteğimden vazgeçtim. Mektuptan anladım ki, benden eser konusunda geniş düşüncelerimi bekliyorsunuz. Eserle ilgili düşüncelerimi yazmak için onu yeniden   okumalı, not almalıydım. Fakat yeni piyes üzerinde çalıştığımdan yarım
bırakamadım. Piyesi bitirdim. Romanınızı yeniden okuyup not aldım. Makalemi mektup şeklinde yazmayı uygun buldum. ENTELEKTÜEL ROMAN “ Deli Zamanlar” gözlerim önünde tüm ayrıntıları ve çelişkileriyle 60’lı yılların Türkiye’sini canlandırdı. Bana 60’lı yılların Türkiye’sini tanıtdınız. Türkiye’nin o dönemiyle bağlı genel bilgim olsa da, romanınız bana o dönemin Türkiye’sini  gösterdi. 19. Yüzyıl Rus Edebiyatının ünlü eleştirmeni Belinski’nin söylediği  gibi” Yazar anlatmamalı, göstermelidir.”Siz de bana o dönemin Türkiye’sini  gösterdiniz. Romanı okudukca o zamanın Türkiye’sinde yaşadım. Bunu sizin birinci  başarınız olarak değerlendiriyorum. İkinci başarınız kahramanlarınızın canlılığı  ve tipolojik kâmilliğidir. Aypare, Bayhan, Maruf Bey, Gülfem, Özlem, Vahit, Cengiz, Selime ve nihayet romanı bize aktaran birinci şahıs, yani olaylara bizzat katılan- yazar. Bu kahramanların hepsi bana tanış olsa bile Aypare’ni sevdim. Yani bana sevdirdiniz. İşte sizin romandaki ikinci başarınız… Aypare’ni  nasıl sevmeyeyim? Duyarlıdır, çılgındır, çağdaş kadındır, sevmeyi ve nefret  etmeyi biliyor; zamana ayak uyduran, çırpınan, düşünen, heyecanlanan, duyan, tek
kelime ile baştan-ayağa kadındır. Bu noktada yaşlı Maruf Beyi Bayhan’a hiyanette suçlayamayız. Çünkü Aypare gibi bir kadını sevmemek mümkün değil. Aypare’nin mücadelesi, düşünceleri son derece ilginc, eğiticilik açısından çok değerlidir. Aypare’nin “batılılaştık, artık Osmanlı değiliz” “Kendimiz olmaktan hoşnut değiliz” gibi ağrılı ifadeleri ve iç sarsıntısı onun kimliğinden, hangi duygu ve düşüncelerle yaşamasından haber veriyor. Evet, Tanzimattan sonrakı Türkiye’nin en büyük belalarından birisi de aşırı derecede batılılaşmaya meyletmesidir. Türkiye’de öyle insanlara rastladım ki kendinden başka herkese benzemek istiyor.Bu da millet için büyük faciadır. Bayhan da böyle birisidir.“Karşımda Moris Ronet yüzlü Bayhan benim kıyamadığım halkı böyle aşağılamaktan, hayır hayır suçlamaktan hiç de üzüntü duymuşa benzemiyordu. Oysa bu mağrur halk, abdesthanesini evin içine sokmayacak kadar medeniydi.” (s.20) Böylelerini çok kibar bir şekilde kendi iç dünyanızdan geçirerek büyük maharetle kamçılıyorsunuz. Bayhan gibilerine uyarak siz de sarhoş bir halde lambada (lamamba) havasıyla dans ediyorsunuz. Dans ederek hem de “Mağara devrini idrak ediyoruz.” diye düşünüyorsunuz. Sarhoş, vahşi mağara insanları gibi yarı çıplak şekilde, hoplayarak dans etmek medeniyet değil, bu mağara devrine dönmektir, vahşileşmektir. Evrimde tenezzüldür, geriliktir. Siz düşüncelerinize devam ediyorsunuz.”Hep değişmek, başkası olmak için çabalayışım nereye varacak, nerede duracak?” Sizin en büyük ustalığınız kendi içinizdeki itirazınızı, hem de kendinize itirazınızı şiar, slogan şeklinde değil, duygular, düşünceler şeklinde vermenizdedir. Bu da sizin üçüncü başarınızdır. Kendini beğenmemek, Batının karşısında eğilip onu körü-körüne taklit etmek, kendi milli değerlerini unutmak, her zaman biz Türklere pahalıya mal olmuştur.Yıllardır Türkiye Avrupa Birliğine girmek için kapılar çalıyor, az kalsın yakarıyor, onlarsa vaad ediyor fakat aslında kuyu kazıyorlar. Bence Türkiye yüzünü Batıya değil kendi kardeşlerine- yani doğuya çevirmelidir. Şüphesiz Batının teknolojisinden, ilminden yüz çevirmek doğru olmaz. Yazarla Aypare’nin Batı müziği konusunda sohbeti çok hoşuma gitti: -Albinoni’nin Adajiosu… Sever misin ? -Evet, bana hüzün veriyor. Ama ben hüznü seviyorum.(s.122) -Ben de hüznü seviyorum. Beethoven’nin “Aylı Sonat”ı, “Dokuzuncu Senfoni”si, Şubert’in “Gece Sonatı”, Motsart’ın” Rekviyem”i başlı başına hüzün, keder değil mi? Hüzün, kederse insanı düşündürür, hayatın iğrencliklerinden ayırıp göklere kaldırıyor. Tasavvuf müziği? O da öyle. Büyüktür, derindir, felsefidir… Bizim Azeri bestecilerimiz milli müziğimizle Batı müziğini sentezleştirerek yeni bir müzik ortaya koyuyorlar. İşte asıl yol budur. Aypare de bu iki medeniyeti, bu iki düşünce tarzını kendinde birleştiren yeni bir Türk kadınıdır. Siz de müzik aracılığıyla Aypare’nin timsalinde bu iki medeniyetin kaynaşmasını, bunun belirtilerini vermek istemişsiniz. Bu, çok güzel. Fakat kalbini tamamen Batıya vererek kendini unutmak kendi medeniyetine üstten bakmak bir millet olarak bizleri mahvediyor Aypare’nin Ermeni Yervant’la sıcak ilişkilerini, onun komplimanlarını kabul etmesini, onunla dans etmesini anlayamadım. O her ne kadar çağdaş kadın olsa bile Türktür, Müslümandır. Ben Türk kadınını böyle görmek istemezdim. Romanın 137. sayfasında Aypare Yervant’la ilgili şöyle diyor: ” Çaykovski’yi bayağı güzel çaldı.Herşey gençlik, tazelik
kokuyordu, o çocuk, Yervant, belki benden on yaş ufaktı.” Demek ki Aypare hayat kokuyan Yervant’ın isteğine cevap vermemesinin asıl sebebini Ermeni olmasıyla değil, onun yaşça küçük olmasıyla bağlıyor. Acaba Türkiye’de “hayat kokuyan” Türk çocuğu yok muydu? Ve tüm bunlar neye hizmet ediyor? Aslında Yervant’la bağlı olan yerler romana hiçbir şey ilave etmiyor.Bunlar romandan çıkarılabilir. Siz bu eleştirilerimi muhafazakârlığıma ve aşırı milliyetçiliğime de bağlayabilirsiniz. Olabilir. Fakat Türk kadını yalnız cinsel olarak kadın değil, o aynı zamanda erkektir, kahramandır. Göktürkler döneminde erkeklerle beraber kadınlar da savaşırdı. Bunun için de bir Türk kadınının başka milletin oğluna meyletmesini hiçbir şekilde hazmedemiyorum. Romanda olayları aktaran yazar kendisi de romanın bir kahramanı, yani kahramanlarından birisidir.Demek ki romanı otobiyografik olarak ta tanımlayabiliriz. Bellidir ki herkesin hayatın belli dönemlerinde deli zamanları oluyor. Siz kendiniz Mehmet Nuri Yardım’a verdiğiniz söyleşide haklı olarak “ Yazın dağ doruklarından inen kar suları akacak, birikecek bir yer arıyor…Hata da yapılır insan keşmekeşinde, yanlış insanlarla da bir araya gelinir. Yanlışsız insan olmaz…Aldanmanın yaşı yoktur.” Diyorsunuz(Türk Edebiyatı Dergisi, Ocak) Haklısınız…Ve sizin bir insan gibi
yaşadığınız deli zamanlar ve sizin hatalarınız, arayışlarınız romanda bedii bir şekilde yeterince aksini buluyor. Diliniz akıcı ve bediidir.En önemlisi arınmış saf Türk dilidir. En çok hoşuma giden şeyse, romanın dilinin sahte, uydurma öztürkçeden uzak olmasıdır. Bununla beraber son zamanlar Türk yazarlarının dilinde Türk dilinin kuralları bozuluyor.Mübteda sona, haberse öne getiriliyor. Maalesef bunu sizde de gördüm. Romanın 73.sayfasında “Destansı şiirler okuyordum gecelere akşam serinliklerinde üşüyerek,” yahut, “ Sabah ondan geldi ses.” Diye yazıyorsunuz. (s.114) Bu cümlelerde ayrı-ayrı kelimeler Türkçedir…Ama her iki cümle yapısına göre Rusçadır. Birinci cümlenizin Türkçesinin böyle olması daha uygundur. “Akşam serinliklerinde üşüyerek gecelere destansı şiirler okuyordum.” İkinci cümlede “ geldi ses” Türkçe mi? Siz de çok iyi biliyorsunuz, Türkçede “geldi ses” deyilmez, “ ses geldi” deyilir. Bunlar herkese belli olan hakikatlardır. Siz cümlenin başını ayağa, ayağını başa geçirmekle orijinallik mi yaratmak istiyorsunuz? Hayır , orijinallik bu değil.. Son olarak söylemek istediğim şu ki 60-lı yıllar Türkiye’sinin manzarasını çizen “ Deli Zamanlar” romanınız Türk edebiyatında yeni bir olaydır. Bu romanınızı sıradan bir roman değil, “Entelektüel Roman” olarak değerlendiriyorum. Bahtiyar Vahapzâde Not: Bu mektup üzerine Bahtiyar Vahapzâde bir telefon konuşmamızda “Bazı kırıcı sözleri dolayısıyla alınıp alınmadığımı sormuştu.” Ben de alınmadığımı ifade etmiştim. Eğer alınsaydım bu mektubu buraya almazdım. Fakat yıllar sonra bu satırları okuduğumda özellikle bazı paragraflar sebebiyle yazılı bir cevap hakkımın doğmuş olduğunu gördüm: Onları şimdi yazıyorum. Türk Edebiyatında ayrı bir yeri olduğunu bildiğim, benim de sanatına, dostluğuna saygı duyduğum Bahtiyar Beye Deli Zamanlar’ı Türk Edebiyatında yeni bir olay olarak nitelendirdiği için teşekkürüm var. Ne ki Ermeni genci Yervant ve devrik cümle meselesini açıklayıcı birkaç cümlem olacak. Gençlik dönemimi yazdığım o romanda bir takım yanlışlarımı sergilemek gibi bir gayem hiç olmadı. Böyle olmadığı gibi ayrıca 60’lı yılların Sevinç Çokum’unu hiç te hatalı bulmuyorum, o günlere saygım ve bağlılığım var. Deli Zamanlar günah çıkartma romanı değildir; içtenlikle yazılmıştır ve başarılı görülmüşse samimiyetinden dolayıdır. Aypare’nin Ermeni genci Yervant’la dans etmeleri karşısındaki hayranlığıma gelince; onu bugün de aynı duygularla belki daha fazla ayrıntılarıyla yazardım. Orada gece ışıklarının altında güzel bir tablo vardı ve ben o tabloyu canlandırmak istedim. İdeal insan yoktur; roman kahramanları idealize edilmemeli. Bahtiyar Bey, benim devrik cümlelerimi eleştiriyor; fakat ben bunun yanlış olduğunu sanmıyorum. Biz konuşurken hayli devrik cümleler yaparız. Şiir de, öykü de, roman da, o sebeple dilin sınırsız güzelliklerinden yararlanacaktır. Bahtiyar Vahapzâde’nin mektubunu ortaya koymağa çalıştığım sebeplerle, benim değerlendirmelerim göz önüne alınarak okunmasını arzu ederim. Sevinç çokum Necati Mert öykü yazmanın yanında öykü türü üzerinde çalışmaları olan bir yazar. Adalı Sinağrit adlı Sait Faik’in hep öne çıkan İstanbulluluğu Adalı balıkçılığı yanında hep geride duran Adapazarlılığı ve oradan doğma öykülerinin bir okadar değerli olduğunu bu kitapla snladım. Doğrusu mukayese etmemiştim hiç. Necati Mert Adapazarlı öykülerinin en az İstanbullu öyküleri kadar güzel olduğunu söylemek istiyor. Böyle olsa da İstanbul baskın çıkmış nedense şimdiye kadar. Fakat Okuyan Sakarya günlerinbde öğrencilerle buluşmak üzte ben de 48 yazar arasında Sakaryaya gittiğimde bu defa bi Raz daha ayrıntılı gezebildiğim Adapazarının deprenşlereden spnraki güzel evleri ve Yeni Kenti yanında eski Adapazaraının kendisini depremlere rağmen koruyan çzigilerini derinleşen çarşılarını sevdalı yeşilini daha bir fark edince buralarda otuzlum kırklı elli yılları bir sandık sepet yüreğinden geçen trenlerin dumanı isi inceden sesi içinde güneşli güneşli buluverdim. Yqaz ikindisi gibi seçilir bir aydınlıkta.hiç te telaşı olmayan zamanlarda günlerin uzun uzun gerindiği…..ve dedimki kendi kendime Sait Faik buralardan çok şey almış ve alıp ta mutlaka yanında İstanbula çok şey  götürmüştür.

Bahtiyar Vahabzade

Seçilmiş Mektuplar kategorisine gönderildi | Yorum bırakın

Talat Halman


Talat  Halman’ın Sevinç Çokum’a Hilal Görününce adlı romanı için 1984’te gönderdiği mektup….

Sayın Sevinç Çokum
Hilal Görününce ile beni ihya ettiniz. Son zamanlarda okuduğum en güçlü ve ilginç Türkçe romanlardan biri bu…Can evimden sarstı beni. Büyük başarınızı kutlarım. Burada  yayımlanan World Literature Today dergisine belki Hilal Görününce hakkında bir  yazı yazacağım. Candan tebrikler ve teşekkürlerle, saygılar ve iyi  dileklerle.

Talat Halman

Seçilmiş Mektuplar kategorisine gönderildi | Yorum bırakın

Behçet Necatigil


Sevinç Çokum “Bölüşmek” yazarı  Beyoğlu

Değerli kitabınızı aldım. Geldiğinde Türk Edebiyatı dergisinde “Eskiciler Sokağı”nı henüz okumuştum. Anlattığınız kesekağıtçıyı Beşiktaş’ın Camgöz Sokağını çevreleyen sokakların birindeki kesekağıtçıya benzettim Onu bir kere daha görür ,duyar gibi oldum.(Sahi, Eski Sokak şiirimi beğendiğinizi vurgulayan bir kartınızı almış,cevap verememiştim.Teşekkürlerimi ertelemek şikayetçisi olduğum  huyumdur. Bağışlayınız !
Neyse ! Siz galiba Beşiktaş’ın bu arka sokaklarında oturanları iyi biliyorsunuz ! Camgöz Sokağında yıllar yılı
oturduğumuz eski ev, Ihlamurdere Caddesinden de görülüyordu bir birbuçuk ay önceye kadar. Şimdi koca bir beton blok kapadı balkoncuğunu, çatı odasını. (Ben o evi Komşularsız , bir de Kutularda Sinek oyununda anlatmıştım. 22 numaradır henüz duruyor. O sokaktan hiç geçmediyseniz bir geçin ! Çünkü öyle sanıyorum ki siz de o sokaktakine benzeyen evlerde, dükkanlarda olup bitenleri yazmakla buluyorsunuz, buldunuz kişiliğinizi ! İyidir böyle yatırımlar,özentisiz,iddiasız ! Ve sanat içte süren saygılardır çevreye.
Sevinç Çokum ! Bu kitabınızda da Eğik Ağaçlarda sevdiğim hikayeler gibi hikayeler bulacağım herhalde. Belki  çok daha olgunlarını. Şimdiden tebrikler.

B. Necatigil

Seçilmiş Mektuplar kategorisine gönderildi | Yorum bırakın

Nurettin Özdemir


Ağabeyliği, dostluğu bugüne dek sürmüş olan Şair(Gümüşhane Milletvekili)  Nurettin Özdemir’in 1973 yılında yazdığı iki mektup:

Kalabalıklar içinde  yalnızlığı, sokakların şaşkınlığını, büyük ve tenha meydanların garipliğini,  eski ve dağınık bir odanın sıcaklığını ve bütün bunlarla birlikte bir insanın  kendi kendini aramasını bilirim.
Bunu okumaktan çok, yaşamışımdır. İstanbul’da geçen ilk gençlik yıllarım bu duygularla, İstanbul’un birbirinden  güzel semtlerine sinmiş hatıralarla doludur. Şimdi bir yabancı gibi okuduğum ilk şiirlerim arasında karşılaştığım nadir mısralar; çok yakından tanıdığım ve yıllardır içimde taşıdığım bir genç adamı onunla aramızdaki korkunç ruh ürpertilerini çok çanlı bir şekilde ifade etmektedir. Eğer öykülerinize “prelud” olarak kullandığınız her biri bir yüzük kaşı gibi nadide mücevher güzelliğinde olan mısralarınızı okumasaydım belki onları size sunmak cesaretini kendimde bulurdum. Ama,artık çok güç… Yazarken de Tanpınar’la tanışıklığınızı tahmin  etmiştim. Sade renkleri değil, hayata bakışı, onu kucaklayışı, kaçışı, ürpertileri, ömrün sahillerini yoklayan mısraları, san’at güzelliklerimize, şehirlerimizin ve insanlarımızın hayatına eğilişi, tarih şuuru , geçmiş zamanla gelecek arasında kurduğu altın köprü herşeyi, hepsi enteresandır. Abdullah  Efendinin Rüyaları’nı Erzurumlu Tahsin’i hatırlayın. Anadolu bozkırında, bilmem kaç kilometre hızla giden bir tren penceresinde gördüğü ince yoldan geçmiş zamana inişini, mimarimiz, klasik vc halk musikimiz, resmimiz üzerinde yaptığı gezintileri, şiirin narin kanatları üstündeki pervazını, hayranlıkla takip etmemek mümkün değildir. Ah..sizin..aynı zamanda hocanız olmasını ne kadar çok isterdim.Yaprak hışırtısı gibi konuşurdu. Şiirim çoktan onun tesirinden kurtuldu.Ama bilin ki onunla iç bağlarımı bir türlü koparamadım.Sait Faik ve Peyami Safa Bey üzerinde bir başka zaman duracağım.Şimdi mühim olan sizsiniz ve eseriniz.Onu besleyen velut kaynağı ve süsleyen dekoru bulmağa çalışıyoruz. Tutuk ve yorgun olduğumu fark ediyorum.Bu kadarı bile sizin eserinizin gayretiyle. Bu arada bir iki günlüğüne İstanbul’a gelmiştim.Başkaları için.Sizi arayamadım. Bu imkânı kendim için geldiğim bir zamana sakladım. Sizinle aramda eserinizden ve sanatınızdan başka bir şeyin bulunmasını arzu etmedim. Öyle ayak üstü veya telefonla bir hal-hatır soruş, bir iki nezaket cümlesi, sıkışık bir anın tedirginliği yabancı geldi bana. Yazış tarzımı anlatmıştım. Herhalde garipsemezsiniz. Size sevgilerimi, çoğalan takdir duygularımı ve başarı dileklerimi sunarım. Ankara’yı teşrif ederseniz, sevinirim.

NurettinÖzdemir

Aslında size, Rilke’den önce, A. Hamdi Tanpınar’ı salık vermem lazımdı. Belki de, benim çıraklığını yıllarca severek yaptığım, Türk san’at hayatını çok hakim bir noktadan, çok değişik ve renkli bir bakışla seyreden bu büyük usta ile; onun her biri diğerinden ayrı bir mükemmeliyette ve lezzette olan eserleri ile tanışıklığınız var. Belki de Rilke gibi ilk defa ziyaretine koştuğum Narmanlı Yurdundaki kitaplarla dolu dağınık ve ihmal edilmiş odasında; “Eşik”i, “Zaman Kırıntıları”nı bu her biri yüzlerce mısraı bulan emsalsiz şiirleri benden ezbere dinledikten sonra huzur ve şaşkınlık içinde bana dönüp; “Bütün bunların hepsi güzel.. ama beni bırak..dünyada benden çok büyük ustalar var..git ve Rilke’yi oku.” diyecek, beni o güne kadar değer bildiğim her şeyden silkeleyip kapısının önüne bırakan erişilmez parıltıyla ilk defa karşılaşıyorsunuz. Hangisi olursa olsun..öyküleri sizin süzülmüş bir usaresi olan açış mısralarınız ile ilk girişlerdeki yumuşaklığın ruh yoklamaları, “Bir Eski Sokak Sesi”ndeki “Siz ölümün rengini bir delikten gördünüz mü?” diye başlayan ve “Acıya isyan ettirmeyen bu güç, ona nereden geliyordu? Neden solgun güzelliği gülümser gibiydi? Bu insan üstü sabır, hayatı, o büyük yalanı kavradığı için miydi? Belki de bir yerde gülenleri düşünerek gülümsüyordu.” diye devam eden paragraflardaki derinliğine gözlemler; bu sihirli iklimlerle gizli temasların varlığını ortaya koymaktadır. Şüphesiz dikkatli bir bakış yaprakları çevirirken “Anış “ın ilk paragrafında “çocuğun denizi yakından görünceye kadar ki halini anlatan satırlarla “ dostluğu düşünüyorum diye başlayan satırları ürperti ve hayranlıkla okuyacaktır. Hatta her öykünün bir yerinde mutlaka, beklenmedik bir zamanda karşılaşılan tıpkı güneş altındaki çok köşeli bir mücevherin parıltıları gibi, göz kamaştırıcı satırlarla karşılaşacaktır. Gerçi bazen, şahısların ortaya çıkışı, konuşmalar, hareketin ifadesi başlangıcın ahenginde olmuyor, insan bir frekans düşüklüğü ile karşılaştığı zehabına kapılıyor.Fakat hemen yeni bir öyküde ruh.. özlediği seviyenin üstüne çıkıyor. Bence eserin doğrudan doğruya kendisi
demek olan dil; güzelden çok fazla mükemmele yakın.Tasvirler canlı,ifade temiz. Diyebilirim ki sevimli bir baskıya sahip olan küçük kitabınız, elimde kafamda ve kalbimde, hemen her hafta gönderilen emsaliyle kıyas edilmiyecek genişlikte bir yer tuttu. Bütün gayretime rağmen, aldığım değişik lezzeti aynen anlatmağa gücüm yetmedi. Noksanımı anlıyorum ve ilk mektubumda belirttiğimi zannediyorum. Her halde beni bağışlarsınız. Adetim bu tarz kağıtlara yazıp muhatabıma göndermektir.Devamını alıp alıştığınız zaman ümit ediyorum ki bana çok görmeyeceksiniz. Size sevgilerle başarı ve mutluluk dileklerimi, daha büyük eserlerinize karşı sakladığım özlemleri gönderiyorum, aziz sanatçı.

Nurettin  Özdemir

Seçilmiş Mektuplar kategorisine gönderildi | Yorum bırakın

Mehmet Kaplan

Profesör Dr. Mehmet Kaplan’ın 12 .Ocak. 1973’te Yazdığı Mektup:

Sevinç;
Hikaye kitabını aldım. Benim için büyük bir sürpriz oldu. Bir kere daha iyi bir hoca olmadığımı anladım. Öğrencilerimin  ruhlarını nasıl tanıyabilirim ? İçlerinde zengin, pırıl pırıl olanlar var. Sınıflar kalabalık, dost olmak güç, vakit az. Kitabın arkasına iyi ki fotoğrafını koymuşsun. Yoksa adından seni çıkaramazdım. Yüzünün uyandırdığı çağrışımlara hikayelerinin şiir dolu izlenimleri karışıyor. Sizin neslin okuduğu  yıllarda Fakülte çok karışıktı. Ruhunu, uzak, güzel bir iklim gibi içinde saklayışına ne kadar sevindim bilemezsin. Hikayelerin güzel. Hayat, şiir  zenginlik dolu. Daha tek kitapta bu olgunluğa ulaşmana hayret ettim ve hayranlık  duydum. Seni candan tebrik ederim. Dilinin yapmacıksız oluşuna bilhassa çok memnun oldum. Tabiat kadar insanları ve çocukları da seviyorsun. Onların  konuştukları dile bağlı kaldıkça şaşırmazsın. Hem dili  hem hayatı bulursun. Hikayelerinde duygular bu sabah yağan karlar gibi savruluyor. Hayat işte böyle. Hiçbir düzene sığmayacak güzel bir savruluş… Hayatı kesin, katı fikirlerin cenderesine sokmadan, sevgi dolu bir savruluş olarak vermeni de sevdim. Kitabın hakkında Hisar’a bir iki sayı sonra yazı göndereceğim. Kendinden emin ol. Gerçek bir hikayecisin. Birgün (Perşembe 4’ ten sonra ) Fakülteye gelebilirsen memnun olurum. Sana candan başarılar dilerim kızım.

Mehmet Kaplan

Seçilmiş Mektuplar kategorisine gönderildi | Yorum bırakın

Faruk Nafız Çamlıbel


“Han Duvarları” Şairi Faruk Nafiz Çamlıbel’in, 21 Aralık 1972 de  Yazdığı Mektubun Metni:

Pek Kıymetli Meslek Arkadaşım;
Öykülerinizi büyük bir dikkat ve hususi bir zevk ile okumaktayım.En acı mevzuları en tatlı bir üslup ile ifade etmenize hayranım. Sayılı eserlerin  kahramanı olmanızı diler, teşekkürle sevgi ve saygılarımı sunarım, efendim.

Faruk Nafız Çamlıbel

Seçilmiş Mektuplar kategorisine gönderildi | Yorum bırakın

Ümit Kaftancıoğlu

YAZAR ÜMİT KAFTANCIOĞLU’NUN 1972 YILINDA SEVİNÇ ÇOKUM’A YAZDIĞI MEKTUP

Yazarın beni bağışlayacağını umarak, salt okuyucu açısından
(hoş, başka bir nitelikte olmadığımı da söylemek isterim.) birkaç satır yazmak istiyorum.Yazar Sait Faik düş dünyasına girmeğe çalışıyor, yaklaşıyor.
Bazı öykü ve satırlarında Sait Faik’i andırması bundan olmalı. Üstelik ele  aldığı olaylar, kişiler de Sait Faik yapısında.
Yazarın bu benzeyişi bence, bizce, kutlanmağa değer. Bu yolda çaba göstermesi gereklidir. Benzeşiden, yaklaşımdan kaçmamalıdır, ürkmemelidir.Yazarda soyut kavram ve düşsel açı geniş yer tutuyor. Gerçekten aldığı kişileri soyut bir yaşamın içine  sokuyor. Bunun sakıncası mı var, kazanç mıdır kestirmek zor. Benim açımdan çağın niteliği; kişilerin gerçekle ilişkili kalmalarıdır. Daha da ileri giderek denebilir ki, kişiyi gerçekten koparmak gereksiz.

Yazarda ağır basan yan  (özellikle yazarın kendisinin konuştuğu, betimleme vb.bölümlerinde) aralarda,  çokça soyutlama var. Bu tip öykünün okuyucu bulması zor. Belki soyutlama zordur,  her yazarın başarıyla yapacağı birşey değil, yalnız, ya son derece başarılı olmak var bu konuda, ya da gerçeğe yönelik olmak var.

Sevinç Hanımda bana kalırsa, uyanık, ince, görüp kavrayan, sonra insancıl yapısının içinde olayları, kişileri, acıları, mutlulukları.. yoğurup biçimlendirme çok iyi. Bu denli görüş daha iyi şeyler yazacağını, getireceğini muştuluyor bana. Duygusal yönün ağır basması bir yazarda, sanatçıda başarı yolunun açık, güçlü olduğunu kanıtlıyor.

Türkoloji denen, aslında Türkoloji değil “Araboloji” denen bir eğitim öğretim yapan kurumdan çıkışlı olması yazar arkadaşımızın başarısına gölge düşürmektedir. Dil konusu ulusumuzun en önemli konusudur. Bu cümlemiz, sözümüz duygusal değil, gerçektir. Bu sözümüzü kulaklarına küpe yapmalıdır bu arkadaş.” Elbise, red, esnaf, mesele, işaret, tekrar, hala…” çoktan bırakıldı.Eğer bunu kullananlar varsa onlar Türkolojidedir. Kuaför sözü ise hepten, kökten hata.. Ne hakkımız var bunu kullanmaya, Fransızcayı Türk diline sokmaya…(kökten hata…)

Zaman zaman arkadaşımızın gereksiz tümceleri var öykülerde: “ey gafil…” gibi. Bunlar eski fıkra-fabllerde çok geçer. Bunlara tutunmamak gerek. “gibi, ama” edat ve bağlaçlarına yer vermek, anlatım  kıtlığının belirtisi sayılmaktadır.Türkçe sözde bunların yeri yoktur. Atmalı; “adam dağ gibiydi” yerine “adam bir dağ…” biçimindeki açık cümleyi, daha etken
sayılan cümleyi kullanmalı.(Gibi) sözü ve benzeşiyi sınırlar, küçültür. Oysa kullanmazsak açık kalırsa söz-tümce güçlülük kazanır.

Son söz: Çok  küçük, aslında üstünde durulması benim için hastalık olan eksikler yanında öyle  sanıyorum ki yazınımıza bir kalem karışıyor. Sorumluluğunu bilmeli, tek bir sözü yazarken bile tartaç, ölçü kullanmalıdır arkadaşımız Kutlar yeni yeni  yapıtlarını,öykülerini beklerim…

Saygılarımla,teşekkürlerimle…

Ümit Kaftancıoğlu
Seçilmiş Mektuplar kategorisine gönderildi | Yorum bırakın

SOKAK ÇOCUĞU SONSUZ 1 – 2

Sokak Çucuğu  Sonsuz 1

Ne çok is­te­dim aşık ol­ma­yı
Ne çok is­te­dim ço­cuk ol­ma­yı
Ne çok is­te­dim kü­çük bir evim, bir bah­çem ol­sun,
Bir kö­pe­ğim, bir de tav­şa­nım…
Tav­şa­nı­mın ma­vi pem­be tüy­le­ri, kö­pe­ğim bir de..
Ka­ra ol­sun ren­gi bah­tım gi­bi
Ne çok is­te­dim abi­ler..  ne çok is­te­dim aşık ol­ma­yı
Hiç utan­ma­dan söy­le­me­yi
Aş­kın en çık­maz, sa­bit bo­ya­lı ke­li­me­le­ri­ni..
Uzun, bel­den aşa­ğı saç­la­rı olan,
Ma­nol­ya gi­bi bir şey di­ye­sim var.
Ama ben ma­nol­ya gör­me­dim ki abi­ler…
Ma­nol­ya ner­de bu­lu­nur hiç bil­mem ki…
Ama bil­di­ğim, ha­ni şi­ir­ler­den, ro­man­lar­dan bil­di­ğim ma­nol­ya.
Be­ya­zın da be­ya­zı bir çi­çek…
Çık­maz­lar­dan ge­li­yo­rum ben çı­kar­lar­dan de­ğil
En sa­pa ol­maz­lar­dan.
En iğ­re­ti köp­rü­ler­den…
Na­ye­ti ben de in­sa­nım de­me­ye bi­le yü­züm yok…
Çık­maz­lar­dan ge­li­yo­rum.
Bir sev­di­ğim, bir de öz­gür­lü­ğüm..
Bu iki ni­met… Da­ha ne ol­sun?
Ba­zen ço­cuk gi­bi­yim uçuk ve be­yaz…
Elim­de her­cai me­nek­şe­ler aç.
Ba­zen yaş­lı ve sa­pık, el­le­rim düğ­me­le­rim­de
Nes­li tü­ken­miş bir hay­van gi­bi in­li­yor,
Sü­rü­nü­yo­rum yo­kuş­lar­da.
Arı­yo­rum or­da bur­da ya­ri­mi, ra­di­kal du­rum­lar­dan  ötü­rü.
De­kol­te bir ro­ma­nın say­fa­la­rın­da­yım ma­zu­ra­tım var. (Ay­san’ın  dü­zelt­me­si: ma­ru­za­tım)

Acı­la­ra ma­zur (ma­ruz) kal­dım, yan­lı­zım yan­lı­zım  ben. (yal­nı­zım)
An­lım­da­dır ba­kış­la­rın ve ok­la­rın..  an­lım­da­dır (al­nım­da­dır) kur­şun­la­rın…
Kal­dı­rım­la­ra yay­dım her ­bir şe­yi­mi ..
Öle­ne dek böy­le­yim.
Cı­va­ta vi­da de­ği­lim ki de­ğiş­ti­ri­le­yim?
Gez­gi­ni­yim ge­ce­le­rin si­yah­tır ren­gim.
Pet­rol, nef­ti, mor, top­rak ren­gi..
Taş­tır, as­falt­tır dos­tum, ge­lip ge­çen kay­gan ışık­lar…
Ge­ce­nin çal­gı­la­rı, ba­ğır­tı­lar her tel­den
Ge­ce­ye sı­kı­lan mer­mi­ler ser­se­ri, ba­şı­boş…
Gez­gi­ni­yim ge­ce­le­rin.
Aş­kı­mı göğ­süm­de ta­şı­yo­rum dör­de kat­lı bir men­dil..
Dör­de kat­lı bir şi­ir… Bir çöp va­ri­li­nin kı­yı­sın­da
Gen­zi­mi ya­kan ek­şi­mik ko­ku­yu içi­me çe­ke­rek
Eg­zos du­ma­nın­da tü­ke­ne­rek,
Ke­di tır­mı­ğı ge­ce­le­ri üze­ri­me ör­te­rek
Aş­kı­mı göğ­süm­de ta­şı­yo­rum.
Kö­tü bir düş er­te­si sev­gi­li­min yok­lu­ğu ve uzak­lı­ğı
As­fal­ta ya­zı­yo­rum bu sev­da­yı, uza­yıp git­sin boy­lu bo­yun­ca
Do­laş­sın tek­mil il­le­ri, köy­le­ri
As­fal­ta ya­zı­yo­rum.
Saç­la­rı­nı ta­rı­yo­rum ge­ce­nin, ya­ka­sı­nı ilik­li­yo­rum her bir kö­şe­nin
Sa­yı­yo­rum tek tek pen­ce­re­le­ri, ka­pı­la­rı, ölü­le­ri  sa­yı­yo­rum
Aşk­la­rı bir de.
Ge­lip ge­çi­yo­rum yıl­dız sağ­na­ğı gi­bi hal­kı­mın  göz­le­rin­den,
Ay­rı­lık­la­ra des­tan
Sa­na şar­kı
Hal­kı­ma bir uzun ha­va…
Bir şey­ler bı­ra­kı­yo­rum
Hiç­bir­ şey ol­ma­sa da aş­kı­mın ve öz­gür­lü­ğü­mün dı­şın­da…



Sokak Çocuğu Sonsuz 2

Kağ­şa­dım ben abi­ler
Gü­neş er­ken vur­du te­ni­me. Don vur­du za­man­sız.
Dök­tüm her­bir çi­çe­ği­mi, İs­tan­bul’un ib­ne so­kak­la­rın­da
Saf ve cengâver ya­nım kal­ma­dı.
Sa­tır vu­rul­muş ka­nat­la­rı­ma bir kez
Ba­cak­la­rın­dan tu­tu­lup ter­si­ne ter­si­ne
Halk pa­zar­la­rın­da do­laş­tı­rı­lan
Ta­vuk­lar gi­bi he­nüz di­riy­ken.
Man­gal­la­ra ha­zır­lan­dım, aşüf­te el­ler­de bir za­man
Na’ye­ti ben de in­san­dım
Ben de in­san­dım abi­ler…

Sevinç Çokum
(Tren Burdan Geçmiyor Romanından  ……)

Şiirleri kategorisine gönderildi | Yorum bırakın

RÜZĞARA VER SAÇLARINI

Rüzgâra  Ver Saçlarını

Rüzgâra ver saçlarını!
Tel tel  demet demet…
Ver ki dalgalansın içinde bir deniz.
Dağıtsın özleminin tohumlarını
Orda sabah, burda gece
Işıklansın…

Yıldızlarla güneş hep barışık değil mi?
Ver ki kavuşsun
Bir yaban at, öz ovasına…

Sevinç Çokum
2010

Şiirleri kategorisine gönderildi | Yorum bırakın